Türkiye ithal etmeden ihracat yapamaz mı? OECD altıncısı sektör yanıt veriyor

Modern yaşamı belirleyen rasyonalitenin merkezi kavramları araçsal akıl, uzmanlaşma ve ölçmedir. Artık zamanı ve mekânı ölçüyoruz, “bekle ve gör” anlayışını toptan terk ederek ilerlemenin yönünü istatistik bilimiyle kestirmeye çalışıyoruz. Modern toplumlar sanayileşme süreciyle birlikte, hem üretim hem de ticaretle ilgili olarak düzenli biçimde istatistiki veriler toplamaya başladı. Zamanla bu istatistiki veriler o kadar çoğaldı ve çeşitlendi ki, bunları tasnif etmek ve asıl amacına uygun halde kullanmak da önemli bir görev haline geldi. İşte makine imalatı için yeni bir politika üzerine düşünmeyi amaçlayan “Makine Sektöründe İthal İkameci Politikaların Makine, İmalat Sanayi ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri” raporumuz, tam da bu anlayışla hazırlandı.  

“Üretim, İhracat, İç Tüketimde Makine Sektörü, Katma Değer ve İthal Girdi Kullanımı Analizleri, 2020” ve “Sermaye Yatırımları Analizi, 2020” raporlarına mesnet teşkil eden araştırmaların üzerine bina edilen son raporumuz, makineleri ithal etmek yerine üretmenin ekonomik büyüklük, yerli katma değer, işgücü ve yayılma etkisi bakımından ne ifade ettiğini inceliyor. Ekonomik büyüklük tespitinde parasal karşılık hesaplanırken, ücretler ve katma değer de işin içine katılıyor ve sektörün kendinde yaşanacak büyümenin, diğer sektörler ve nihayet ülkeye katkısı belirleniyor. 

Fakat raporun çıktılarına değinmeden önce sektörel gelişmemizin tarihsel arka planı ve karşılaştırmalı durumu hakkında bazı notlar paylaşmak istiyorum. 

“Başka coğrafyalardaki gelişmeler üzerine daha fazla bilgi üretmeliyiz”

Türkiye’nin Makinecileri olarak uzun zamandır, sektörümüzün imalatını ve ticaretini ilgilendiren,  her üst ve alt başlık için çok geniş veri tabanları oluşturuyoruz. Sektörün gelişimini; üretim, istihdam, ticaret, karlılık, katma değer, yatırım ve borçluluk gibi birçok parametre üzerinden takip ediyoruz. Uyguladığımız stratejilerin umulan faydayı sağlayıp sağlamadığını somut olarak ölçüyor ve mutlaka takip ediyoruz. 

Sektörler arası ilişkilendirme ve bunun dinamik unsurlarını analizlerle genişletirken başka coğrafya ve ülkelerde aynı zaman dilimindeki gelişmeleri (stratejik ve ekonomi-politik) kıyaslamaya ise aynı özeni göstermeyebiliyoruz veya nedensellik bakımından iç gelişmeler kadar irdelemeyebiliyoruz. Oysa, küresel çapta kalkınmanın ve bu kalkınmayı sağlayan tekniğin beşiği olarak makine sektörü, sınai üretimin paylaşımının ve güç mücadelesinin ana unsurudur ve bu yönde daha fazla bilgi üretmek mecburiyetimiz olduğunu biliyoruz.

“Başarı örnekleri, tesadüf eserleri değil”

İletişim ve bilgi akışının büyük bir hız kazandığı dünyada, sektör lideri ülkelerin bulundukları konuma nasıl ve neler yaparak geldikleri artık gizli bir bilgi değildir. Tüm açık kaynaklardan ve ticari tecrübelerimizden faydalanarak bizler de ülkemiz ve sektörümüz için makine sektörünün önemini, dinamiklerini ve neden ayrıcalıklı, pilot sektör olarak değerlendirilmesi gerektiğini yazıyor, tüm paydaşlarımız ve kamu ile de paylaşıyoruz. Tespit ve önerilerimizin kamu tarafından da değerlendirildiğini görmek bizleri memnun ediyor. Geldiğimiz noktada kritik soru; “üzerinde konsensus sağlanan stratejik politikaların neden sektörel düzlemde uygulanamadığı ya da gereği ve önemi kadar katı olunamadığıdır?”

Makine sektörünü sanayileşme sürecinin başından itibaren öncelikli ilan eden Almanya’nın makine sektörünün 10 branşında hâlâ dünya lideri olması bir tesadüf müdür? Ya da bundan 60 yıl önce az gelişmiş ülke kategorisinde bulunan Çin’in makine sektörünü öncelikli ve stratejik ilan ettikten sonra bugünkü konumuna gelmesi? Hayır, bunlar, tavizsiz bir sektörel politika uygulanması sonucunda gelinecek yer ve kazanımların birer örneğidir.

Teknoloji denilen şey; tekniğin vücut bulmuş hali olan makinedir ve her şeyin yani iletişim, bilişim ve konfor da dahil her türlü cihazın ve aygıtın üretimidir. Ve bugüne damgasını vuran güç mücadelelerinin ardında yatan teknoloji savaşları da esasen kaybedileceği hayli zamandır öngörülen bir hegemonyayı güçlendirmeye dayalıdır. Bu öngörü, Çin’in her bir yılda ABD’ye makine dış ticaretinden yaklaşık 450 milyar dolar, Almanya’ya 160 milyar dolar fark açmasıyla tartışılamaz hale gelmiştir. Çin’in ileri teknolojili ürünlerin ihracatından ABD ve Almanya’nın toplamının iki katı pay almasıyla da öngörü olmaktan çıkıp bir vakaya dönüşmüştür.

“Yatırım teşvik sistemi doğru şekilde kurgulanırsa ne olur?”

Türkiye’nin makine üretim ve dış ticaretinde sergilediği performans, sadece rakip ülkelerin makine sektörlerinin değil, ülkemizin diğer sektörlerinin performansının da üzerindedir. Türkiye’nin ihracatı son 20 yılda makine sektörü artışı kadar hızlı artabilseydi, ki her sektörün eşit biçimde desteklendiği durumda bunun gerçekleşmesi beklenirdi, bugün 450 milyar doları bulacak idi. Fakat ihracatımız bu seviyeye gelmediği gibi, geride bıraktığımız 20 yılda 500 milyar dolarımızı rakip ülkelerin makinelerine verdik.

Makine sektörünün başarısı 20 yıl önce 2 milyar dolar olan ihracatını bugün 23 milyar dolara ulaştırmış olmasından çok, bu sürecin hemen tamamını serbest ithalatın ezici baskısı altında geçirmiş olmasındadır. Genel olarak bilinen Türkiye ithal etmeden ihracat yapamaz tezi makine sektörü için doğru değildir!  “Makine Sektöründe İthal İkameci Politikaların Makine, İmalat Sanayi ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri” raporumuz bu yalın gerçeği göstermektedir. 

Raporun çok sade bir gayesi bulunmaktadır; “sadece yatırım teşvik sistemi kapsamında ithal makinelerin yarısı yerine yerli makineler tercih edilmiş olsa, sektörel ve de ülke geneli anlamında durumumuz ne olurdu?” sorusuna bir yanıt aramak. Bir başka deyişle, teşvik sistemimiz yerli-yabancı makine ayırımı yapsa, bütün makineler yerine kendi ürettiğimiz makinelere bir avantaj sağlasa, hatta koruyucu tedbirleri ortadan kaldırarak ucuz, dampingli ve niteliksiz makinelerin haksız rekabetine meydan vermese ne olurdu? Yıllardır mahsurlarından bahsettiğimiz teşvik mekanizmaları nelere mal oldu? Bugün bir şekilde irdelenmekte ve müdahale görmekte olan sistem, ki yeryüzünde bir benzeri yoktur, doğru şekilde kurgulanırsa ülkeye katkısı ne olacaktır?

“Hegemonya ilişkilerini gözden geçirerek ‘Yeni’ bir şeye ulaşmalıyız”

Raporun somut neticelerine değinmeden önce ekonomi dünyasındaki kalkınma modelleri üzerine de kısaca değinmekte fayda görüyorum. Zira, sektörel gelişmelerden kaynaklı olarak bizim değişik bir kalkınma modeli önerdiğimiz düşünülebilir, hatta bunun geçmişte uygulanan “İthal İkameci Sanayileşme Modeli”ne çok benzediği bile öne sürülebilir. Bu, iki açıdan doğru değildir. Birincisi, saf ve her şart altında geçerli kalkınma modelleri yoktur. İkincisi, her ülke ve sektör verili konumuna göre bir modellemede bulunabilir ve bu modelleme hem klasik, ortodoks unsurlar hem de modern zaman gerekliliklerinden dolayı zamanın ruhuna uygun unsurlar içerebilir. 

1980’lı yıllarda gerek ülkemizde gerekse de dünyanın başka ülkelerinde İhracata Dayalı Sanayileşme Modeli uygulanmaya başladı. Eş zamanlı olarak bizimle yeni modele geçen Güney Kore, Tayvan vs.’nin bugün geldikleri konumu kıyas etmeyeceğim; dış ticaret fazlası veren ülkeleri de konu etmeyeceğim. Çünkü her bir örnek ve modelin tarihselliği farklı olup, değişik dinamiklerden beslenmişlerdir. 

Klasik dış ticaret teorileri/kalkınma teorileri 1990’lı yıllardan itibaren ve 2000’li yıllarda daha net olmak üzere bir nevi “geçerliliğini” yitirdi. Her anlamda neo-liberal düşünce ve bu düşüncenin değer, etik tanımaz “serbest” hali baskın geldi. Hâlihazırda tüm dünyada sürdürülebilir kılınabilecek bir kalkınmanın gereklerini tartışıyor haldeysek, bu büyük oranda dünyamızın 1990’lardan sonra girdiği çıkmazın bir sonucudur. Dolayısıyla geçmişte ve farklı veriler ışığında gelişmiş modellemelere biraz mesafeli bakmamız, kendi verili durumumuzu, küresel aktör ve hegemonya ilişkilerini tekrar gözden geçirerek “yeni” bir şeye ulaşmamız lazım.

“İthalata bağımlılık mutlak bir gerçek mi, yoksa muğlak bir ifade mi?”

Bir dönem Türkiye’de de devletin sanayileşmeye önemli kaynak ayırdığını ve bunu planlı yaptığını biliyoruz. İthalatın düşürülmesi ve ikamesi için bir sanayileşme modeli netice olarak bizde montaj sanayiine evrildi ve teknolojik bağımlılık süreç içinde üst düzeye fırladı. Bunun nedenleri ne bu sunuş yazısının ne de bu raporun öznesi olduğu için, detayına girmeyeceğim. 

1980’li yıllardan sonra uygulamaya aldığımız ihracata dayalı sanayileşme modeli çok büyük kayıplar verdirse de bizi bugün çok farklı bir konuma getirmiştir. Avrupa Birliği ile Gümrük Anlaşması bu anlamda bir milattır. Fakat bu dönemden sonra artan oranda geliştirilen piyasa enstrümanları (gümrük anlaşmaları, STA’lar) bilhassa 2000’li yıllarda kendini “gizli”, “dolaylı korumalar”a bıraktı; çünkü kapitalist ülkeler ithalatlarını kendilerinin belirledikleri kriterlere göre yaptı. 

Gelişmiş ülkeler stratejik ürün gruplarına tarife dışı engeller koymayı, teknoloji sınırlamaları getirmeyi hala sürdürüyorlar. Patent sayılarının yüksekliği, yani tekniğini korumak gayretleri bunun bir başka ifadesidir. Nihayetinde bu büyük maliyetler, satılan malın maliyeti içindedir ve ithalata mecbur toplumlarca ödenmektedir. Teknoloji korundukça çok para kazanmanın temel zemini olarak pekişecek, takip eden ülkelerle fark açılacaktır. Fakat burada Çin’in farklı bir yerde olduğunu ifade etmek gerekir; Çin üretimini bugüne kadar Batı patentlerine bağlı olarak yapmış, dünya üretiminin üçte birine ulaşması yetmemiş, şimdilerde ise kendi standartlarını ve sertifikasyonunu hâkim kılma çabasına girmiştir. 

Bugün ülkemizde sıkça şahit olduğumuz bir argüman, ihracatın ithalata çok bağımlı olduğudur. Bu muğlak ifade dış ticaretten açık veriyor olmamıza dayanarak zuhur ettiği belli olsa da, bir genellemeye yol açması ve hatta bu maksatla kullanılıyor olması nedeniyle sakıncalıdır. “İthalat yapmazsak ihracat yapamıyoruz”, “mallarımızın katma değeri çok düşük”, “bağımlıyız” vs. düşünce, stratejik yaklaşıldığında, yani katma değeri yüksek dallarımızı öne çıkarmayı, görülür hale getirmeyi becerdikçe temelsiz kalacaktır. 

“Biz ithalata ancak Almanya kadar bağımlıyız”

OECD, Türkiye’nin makine ihracatının yarattığı %76,7’lik yerli katma değer oranı ile %77 yerli katma değer oranı sağlayan Almanya’nın hemen ardından geldiğini belirledi. Herhangi bir dalda, üstelik de teknolojik bir dalda, OECD altıncısı olan bir ülkenin “ithalata bağlıyım” diye hayıflanma hakkı yoktur; çünkü Türkiye ithalata ancak Almanya kadar bağımlıdır. 

Esas olan, Almanya kadar makine üretip üretmemek, makineden dış ticaret açığı vermemek, makine ithalatını değil yatırımını ve imalatını öncelemek, ölçeklerini büyüterek daha da hızlı teknoloji geliştirmek ve fon yaratmaktır.  Makine imalatçımızın daha rekabetçi olabilmesi için gerek duyduğu endüstriyel elektronik ve mühendislik malzemelerinde yerli alternatifleri oluşturmak ve çoğaltmaktır. 

Bunun yolu ise evvel emirde makine imalatımızın azami ölçüde desteklenmesi, niteliksiz malların rekabetinden korunması ve yatırım ve faaliyet ortamında ayrıcalıklı kılınmasından geçmektedir. Üstelik en az Almanya’nın kendi imalatçılarını kolladığı kadar…

“Ekonomiye her yıl 66 milyar TL katkı sağlanabilirdi”

Bu çalışmada imalat sanayinin makine talebine odaklanılmasının temel sebebi, 2020 yılında teşvik sistemi kapsamında yapılan ithalatın yüzde 77’sinin imalat sanayiince üstlenilmiş oluşudur. Öte yandan, ithal makinelere rağbetin diğer sektörlerde yüzde 31, imalat sanayiinde yüzde 70 oluşu da bu odaklanmayı lüzumlu kılmıştır. 

Netice bence çok çarpıcı: İmalat sanayii 2020 yılında ithal ettiği makinelerin yarısını dahi yerli imalatçıdan alsa sektörümüzün üretimi 45,5 milyar TL artacak, biz hariç genel imalat sanayiine 11,4 milyar TL’lik üretim yaptırma imkânımız olacak, imalat sanayii dışındaki sektörlere de 10,2 milyar TL kazandırılarak ülke ekonomisine 66,1 milyar TL’lik katkı sağlanacaktı. 

Öte yandan yerli katma değer 33,6 milyar TL artacak, bunun 6,4 milyar TL’si çalışan kesime aktarılmış olacak idi. İmalat sanayiinin katma değer artışı 42,3 milyar TL olurken, ülke ekonomisi genelindeki katma değer artışı ise (vergiler hariç) 51,6 milyar TL’yi bulacaktı.

“Makine 10 yılda 760 milyar TL ilave büyüme sağlayabilir”

Daha önemli bir tespit, yatırım teşvik belgeleri kapsamında ithal edilecek makinelerin 2021-2030 döneminde yarısının yerli olarak karşılanması durumunda ülke ekonomisine 2021 fiyatlarıyla 760 milyar TL’lik bir büyüklük sağlanacağı ve bunun 593 milyar TL’sinin yerli katma değer olarak ortaya çıkacağıdır.

O halde, sektörün yerlileşmesinin hem kendine hem de imalat sanayiine ve ekonominin tamamına yayılacak katkısına bakarak, üretilen ve üretilme potansiyeli olan bütün makine ve ekipmanları ithalat karşısında dezavantajlı duruma düşüren politikaları gözden geçirmek acil hale gelmiştir. Son dönemde bir kısım makinenin ithalatını cazip olmaktan çıkaran politikaların yaygınlaştırılmasının neler sağlayabileceğini artık hesaplayabiliyor ve tartışmaya açabiliyoruz. 

Heterodoks politikaların, özellikle yönelişin bariz hale geldiği ithal ikamesi konusunda, dünya gündemine hızlıca geleceğini öngörmek mesnetsiz olmayacaktır. İhracat artışı için ithal ikameci bazı yöntemler geleneksel uygulamalardan farklı biçimde kurgulanabilecektir. Tek taraflı ticaretin savunulması, istenilmesi, talep edilmesi özellikle makine imalatı gibi teknolojik alanlarda fevkalade meşrudur. Kendi adına ve ülkesi adına büyük riskler üstlenen sermayedarın, temel bilimlerin geliştirilmesine yönelik devlet politikaları talebi de aynı değerde görülmelidir.